İnsan, sosyal yaratıldı. Hayatının ilk yıllarından itibaren iletişim becerilerini öğrenmeye başladı; önce anlamsız sesler çıkardı nihayet deneye yanıla anlam buldu çıkardığı sesler. Bağırmayı ve tepki göstermeyi öğrendi. Her yerde aynı tepkilerin ve her insana karşı benzer tavırların takınamayacağını fark etti. Sonra bir dönem kendini keşfetti, kendiyle iletişimine odaklandı; daha sonra toplumu fark etti ve heyecanlanarak yeni üsluplara koştu.
İnsan çoğu zaman tek başına koştuğu bu pistte yanlız olmadığı gördü. İnsanın yalnız, kimseye muhtaç olmadan yaşaması mümkün değildir zaten. Evde tek başına yaşamaya benzemez muhtaç olmamak meselesi. Evindeki meyveyi semt pazarından alabilirsin ama semt pazarına o meyveleri getiren pazarcı olsada, en özelinde elbette o meyveyi toprakta bitiren Allah’a muhtaçsındır.
Kendi ihtiyaçlarımızı karşıladığımız bu hayat seyrinde elbette pürüzler, anlaşmazlıklar çıkacak. Sonuçta insanlar çeşit çeşittir, bizler yeryüzüne gönderilirken farklı kabiliyetlerle donatıldık, farklı mizaçlarımız var ve bu farklılıklar her zaman huzur ve mutluluk getirecek diye bir kanun yok. Her birimizde var olan bu çeşitlilik, yeri gelir kıskançlığı, yeri gelir ihtilafları ve hatta bu ihtilaflardan kaynaklı dargınlıklar hatta büyük savaşlar doğar. Fakat dünya hayatının başka canlılara değil de insana bahşedilmesindeki en önemli hikmetlerden biri de insanlar olarak bizlerin, bu farklılıklara rağmen düzen ve uyum içerisinde yaşayabilecek potansiyelde yaratılmış olmamızdır. Peki bu potansiyelimizi nasıl kullanacağız?
Kaotik bir toplum hayatının sona erdirilmesindeki ilk süreç kul haklarını gidermedeki çabadır. Kul hakkını göz ardı ettiğimiz kadar keşke insanların hatalarını da göz ardı edebilseydik.
Ama asıl üzerinde durmak istediğim konu, taraflar arası anlaşmazlığın çözümlenmesi için ‘doğru’ bir üçüncü şahsa duyulan ihtiyaç: Allah’tan korkan arabulucular. Peygamberimiz’in buyurduğu gibi toplumu bir vücudun organları haline getirmek; insanların memnun olacağı ve sonunda uyuşmazlıkların karşılıklı rızaya dayanarak mutlu bir topluma katkı sağlayacağı gibi kul hakkının ve gönül kırgınlığının yerini kardeşlik ve samimiyet alacak böylece cennet ehli olmamızı kolaylaştıracaktır.
Arabuluculuk ilahi bir emir olarak Hucûrat sûresinde “Kardeşlerinizin arasını düzeltin.” şeklinde geçiyor. Çünkü geçici dünyada sonsuz ahiret biletini almak için birtanecik ahiretteki sonsuz barışı hak etmeliyiz ve bunun en güzel çabası da henüz dünyadayken insanların arasındaki fitneleri temizlemektir. Bu temizleme görevine arabuluculuk denir ve bilmeliyiz ki “Temizlik, imanın yarısıdır.”
Arabuluculuğun siyerde de çok büyük bir yeri var. En bilineni Hacer-ül Esved taşının yerleştirilmesi meselesidir. Alacaklıların arasındaki husumetin bitmesinde, iki kavmin çatışmasının barışa dönmesinde, insanların evliliklerinin çözümlenmesinde hep sevgili peygamberimizi görürdük. Bu konuyu Rabbimiz önemseyecek ve Rasulullah ahlak edinmeyecek mi? İmkanı yok. Bu konuda kendisinden bizlere nakledilen bir çok hadis de mevcut. “Sizden herhangi birinize din kardeşi özür dileyip barışmak için gelirse, kabul etsin. Eğer kabul etmezse, bütün mü’minlerin etrafında toplanacağı Havz-ı Kevser’e gelemez.” Sahih hadislerden olan bu hadis, mü’minin herhangi birinde kul hakkı bulundurarak Kevser Havuzu’ndan içemeyeceğini kesin bir ifadeyle söylediği gibi şu mesajı da vermekte: Affedici olmadıkça cennet ehlinden olmayı hayal etmeyin. Belki biraz sert bir ifade oldu ama işin özeti budur. Bir de bir olay zikredilir, ben okuduğumda çok etkilenmiştim. Peygamber efendimiz bir gün şöyle der: Ey Ashabım, uyanınız! Sizlere oruç, namaz, hac ve sadakadan derece olarak daha faziletlisini söyleyeyim mi? Sahabe efendilerimiz söyle Ya Rasulullah, dediler. Efendimiz, iki kişinin arası açıldıktan sonra aralarını bulmaktır, buyurdu. En baştaki hitap şeklinin "uyanınız" biçiminde olması, arabuluculuğu ancak uyanıkların yapabileceğini belirtmek içindir. Zaten bütün uyuyanları uyandırmaya bir uyanık yetmez miydi? Bu neden müslüman olmasın?
Arabuluculuk Osmanlı hukuk sisteminde önemli yere sahipti. Modern Avrupa’da da gittikçe yaygınlaşmasına rağmen Türkiye’de geleneksel boyutta kaldı. Toplumlarda uyuşmazlıklar ve hak ihlalleri, bu yöntemin kullanılmamasından dolayı mahkemelere intikal etmiş ve davalar, altından kalkılamaz duruma gelmiştir. İnsanlar arasında uyuşmazlıkları önlemek için İslâm’ın koymuş olduğu esaslar vardır. Bunlardan biri olarak değerlendirdiğimiz, temelde İslâm hukukunun kaynakları Kur’an ve Hadislerde de gördüğümüz üzere teşvik edilen arabuluculuk, ihtilaf ve dargınlıkların daha kolay bir şekilde sona erdirmekte ve mutlu bir toplum oluşturmaya katkı sağlamaktadır.
İslâm, insanların birbirine güvendiği, aralarında kin ve hasedin, hak ihlallerinin olmadığı, zarûri maslahatların gerçekleştiği sağlıklı bir toplum hedeflemektedir. İslâm, bu hedefe ulaşabilmek için, insanları mahkemelerden kurtaracak ve değişen zamana göre mahkemelerin iş yükünü azaltacak olan arabuluculuğu ve bu çerçevede arabuluculuk müessesesinin çalıştırılmasını teşvik etmiştir.
İğne ucunun parmağa değmesinin verdiği rahatsızlık kadar küçük ve geçici sebeplerin büyütülmesine rağmen iki insan arasındaki husumeti duyduğunda “aman sen haklısın, aman şu şöyle olmalıydı” diyerek nifak tohumlarını sulayan insanlar, hukukçuların yükünü arttırdığı gibi karşılarındaki insanların gönüllerindeki haset yükünü de arttırmaktadır. Bu insanlar İslam ahlakından da bihaberdirler. İslam’ı kabul ettiğimiz gibi bize sunduğu ahlakı da kabul edip kendimizi şereflendirmeliyiz. Ne de olsa bizler yalnız yaratılmadık ve bu insan birlikteliklerinde Allah’ın bizler için gösterdiği doğrulara ihtiyacımız var.
En doğru ve en güzel olan ne varsa hayatımızda hep bizi bulsun; bereket doğrulukta, iyilikte ve arabuluculuktadır. Ve unutmayalım ki insanların arasını bulan kişinin, Allah ile ilişkisinde de düzelme olur ve bu ilişkinin düzelmesinde Allah’ın bizzat kendisi arabuluculuk yapar, bunda şüphemiz olmasın. Biz yeter ki Allah’tan korkarak doğruyla hemhal olalım.
Mekiye Aksa Yeşil
************************************************************************