Metin, 13 Ağustos 2023 tarihinde gerçekleştirilen yaklaşık 45 dakikalık sesli röportajın çözümünden düzenlenmiştir.
Hüseyin Furkan Erdem kimdir? Kendini nasıl tanıtır?
Ben Hüseyin Furkan Erdem, 19 yaşındayım. Mustafa Büyükkaplan Hafız İmam Hatip Lisesi’nden bu yıl mezun oldum. Bunun yanında farklı alanlarda faaliyet göstermeyi seven biriyim. Okçuluk sporuna aktif olarak devam ediyorum. Aynı zamanda arkadaşlarımla birlikte çeşitli okumalar, çeviri tahlilleri ve düşünce çalışmalarında bulunuyoruz.
Bulunduğunuz topluluğu da yakından inceleme fırsatım oldu; arkadaşlarınızla konuştum, gerçekten takdir edilesi bir birliktelik oluşturmuşsunuz. Maşallah, örnek bir topluluk olmuş. Darısı bizim okulun başına diyebilirim, çünkü imam hatiplerin değeri bu tür çalışmalarla daha da artıyor.
Eskiden okullarda arşiv çalışmaları yapılırmış; sizinkine benzer bu tür faaliyetlerin yeniden canlanması çok kıymetli. Sizin çalışmalarınızı da, kalıcı bir yapıya dönüşmesi açısından güzel bir adım olarak görüyorum. İnşallah sonucu da hayırlı olur.
Amin teşekkür ederiz yorumlarınız için. YKS sorularımıza geçmeden önce günümüzde İslâm davasının karşı karşıya olduğu tabloya ilişkin kanaatinizi sormak istiyorum. Örneğin Hasan el-Bennâ ve arkadaşlarının genç yaşta İhvan-ı Müslimin’i kurduğunu biliyoruz. Bülent Yıldırım da “Bir davanın gençliği varsa o dava geleceği şekillendirir” demişti. Bugün baktığımızda toplumda bir yozlaşmadan söz ediliyor ve bu yozlaşmanın ilacının, İslâm’ı etkin kılmak ve tebliğ davasını diri tutmak olduğuna inanılıyor. Bunun yanı sıra hepimizin ortak bir davası: Kudüs davamız da var.
Sizce Müslüman gençlik günümüzde bu davalara ne ölçüde sahip çıkıyoruz kadar sahiplenebiliyor? Ayrıca bu konuda kendi hedeflerinizi ve düşüncelerinizi de paylaşır mısınız?
Öncelikle “Müslüman gençlik bu davayı ne kadar sahipleniyor?” sorusuyla başlamak isterim. Eğer Müslüman gençlikten kastımız özellikle Türkiye’de yaşayan, bu coğrafyanın yetiştirdiği çocuklarsa, burada şunu belirtmek gerekir: Yüce Allah Kur’ân-ı Kerîm’de “Nice az topluluk vardır ki çok topluluklara galip gelir” buyuruyor. Dolayısıyla biz bu meseleyi bir nicelik yarışı üzerinden değerlendiremeyiz. Toplumun geneli adına genelleme yapmak doğru olmaz; fakat İslâm davası ve Kudüs davası özelinde gençlere baktığımızda, nicelikten çok niteliğin ön plana çıktığını görüyoruz. Zaten bugün asıl yapmamız gereken de budur.
Benim bazı platformlarda gözlemlediğim, maalesef nitelikten yoksun, sadece militan söylemlerle ortaya konan yaklaşımlar oluyor. Bu, bir davayı yürütmekten ziyade “peynir gemisi yürütmek” misali, hakikate hizmet etmeyen bir tavırdır. Bunun son derece yanlış olduğunu düşünüyorum. Bizim yapabileceğimiz en büyük hizmet, gençlerin niteliksel anlamda kendilerini geliştirmesidir. Bu gelişim dil öğrenmek olabilir, sporla uğraşmak olabilir, farklı mecralarda faaliyet göstermek olabilir. Sayamayacağımız kadar farklı alanda kendimizi güçlendirip aynı zamanda davamızı diri tutmak, gençliğin önündeki en önemli görevdir.
Sadece İmam Hatip okulları değil… İmam Hatip aslında bir isimden ibaret değildir, bir kimliktir. Bu kimliği taşımanın en önemli yönlerinden biri de davayı insanlara yaşayarak gösterebilmektir. Çünkü elbette çevrenize anlatabilirsiniz, tartışmalar yapabilirsiniz, münazaralar düzenleyebilirsiniz. Ama işin nihayetinde mesele şudur: Eğer kendinizi karşı tarafa sevdirebilmişseniz, o zaman onları etkileyebilirsiniz. Aksi hâlde, sadece alıcı değil de verici bir karakter olmayı başaramazsanız, sözleriniz karşılık bulmayacaktır.
İşte, siz karşı tarafa gönül verebilen, samimiyetle yaklaşan biri olduğunuzda, o kişi veya toplum sizden bir şeyler almak isteyecektir. Nitekim alacaktır da. Asr-ı Saadet’ten beri tebliğ yapanların tavrı hep böyle olmuştur: Önce topluma kendilerini sevdirmişler, sonra onları etkilemişler; ardından İslâm benimsenmeye başlamıştır.
Daha sonraki dönemlerde de bunun farklı vesilelerle gerçekleştiğini görüyoruz. Mesela tüccarlar aracılığıyla İslâm, hiç orduların ayak basmadığı topraklara ulaşmış, orada yaşayan insanlar Müslüman olmuşlardır. Hatta bazen, bu topraklardaki insanlar İslâm davasını, doğrudan Müslüman coğrafyada yetişen gençlerden bile daha çok sahiplenmiştir. Bunun temel nedeni, önce kendini sevdirmekten geçiyor. İnsanların gönlüne dokunmak, aslında davayı yaşatmanın ve yaymanın en güçlü yoludur.
İmam Hatiplerin değersizleştirilmesi meselesi günümüzde hâlâ zaman zaman gündeme geliyor. Her ne kadar eskisine nazaran bu seslerin azaldığı söylense de, işin neticesine baktığımızda tablo biraz daha farklı görünüyor. Bu noktada şunu sormak isterim: Akademik başarınızda ya da elde ettiğiniz derecelerde, İmam Hatipli olmanın sizin için bir dezavantajı ya da avantajı oldu mu?
Okullar, sonuçta öğrenci yetiştirmeye odaklı kurumlardır. Bu konunun biraz siyasetle bağlantılı olduğunu düşünüyorum. Fakat benim vurgulamak istediğim nokta, bizim yaşadığımız ve düşündüğümüz şeylerin siyaset üstü olduğudur. Çünkü bir toplum sürekli politize edilirse, her meseleye sadece politik anlamlar yüklenirse, o toplumun ilerlemesi mümkün olmaz. Zira o zaman işimiz gücümüz, insanlara ve kurumlara etiket yapıştırmaktan ibaret hale gelir. İmam Hatiplere de, bir şehre de, bir kuruma da etiket yapıştırabilirsiniz; ama bu bizi hiçbir yere götürmez.
İmam Hatiplerin bize ne kattığı meselesine gelirsek, bana göre burada en önemli nokta müfredat ya da eğitimin binası değil, idealist öğretmenlerdir. Bu bence olmazsa olmazdır. Ben kendi eğitim hayatımda elhamdülillah çok idealist hocalarla karşılaştım. Onlar sayesinde biz bir şeyler öğrenmeye, bir şeyler kapmaya gayret ettik. Eğer bu idealist öğretmenler olmasaydı, belki dini tamamen siyasi bir araç zannedecek, belki de farklı yanlış yollara tevessül edecektik. Bunun garantisini kimse veremez.
Dolayısıyla imam hatiplerin ruhunu öğrenciye aktarabilen, kendini iyi yetiştirmiş öğretmenler son derece önemlidir. Aksi takdirde, bir Anadolu Lisesi’nden farkı kalmayan, sadece karma eğitimin olmadığı bir okuldan öteye geçmez. Bu durumda da bir “imam hatip kimliği”nden söz etmek mümkün olmaz. Bu, değersizleştirme değil; belki de imam hatiplerin bir tür enflasyona uğramasıdır. Ve neticede bu, kapının çıkacağı yerin farklı olmasına sebep olabilir.
Avantaj kısmına gelecek olursak… Şunu söyleyebilirim: Eğer bulunduğunuz ortamda sizi anlayan, sizin düşünce sisteminizi benimseyen yahut size kendini daha yakın hissettiren insanlar varsa, sağlıklı bir iletişim kurmak çok daha kolaydır. Sağlıklı iletişim de en nihayetinde başarıyı beraberinde getirir.
Bunu şöyle bir örnekle anlatabilirim: Futbol oynarken bir takımın en rahat gol pozisyonu üretmesinin temel sebebi, oyuncular arasındaki uyumdur. Bir pas verirsiniz, daha top ayağından çıkmadan diğeri koşusunu yapar. Çünkü takım içinde öyle bir iletişim vardır ki, o uyum sonunda golü getirir
Benim anlatmak istediğim de tam olarak budur. İmam Hatip’teki ortam, size benzer bir düşünce iklimi oluşturduğu için, burada kurulan sağlıklı iletişim hem akademik başarıyı hem de kişisel gelişimi destekleyen önemli bir avantaj sağlar.
Röportajımızla ilgili daha önce bir mail adresi paylaşmıştık ve öğrencilerden pek çok soru geldi. Özellikle motivasyon konusunda çok yoğun sorular aldık. Bunları toparlayıp tek soruda birleştirerek soracak olursak öğrencilerin bir kısmı masa başına oturmakta zorlandığını, bir kısmı da zaman zaman motivasyonlarını kaybettiklerini ve bunu toparlayacak bir çevreye sahip olmadıklarını dile getiriyor.
Bu noktada size şunu sormak isteriz: Siz kendi hazırlık sürecinizde motivasyonunuzu nasıl korudunuz, hangi yöntemlerle kendinizi masa başına oturtabildiniz? Ayrıca, çevresel desteği olmayan arkadaşlar için nasıl bir yol önerirsiniz, onlara nasıl örnek olabilirsiniz?
Şunu söyleyebilirim: Sınav döneminde en önemli şeylerden biri rahat olmaktır. Elbette bazı arkadaşlarımızın sosyal ortamı olmayabiliyor, bu durumda kişinin kendine “kaçış rampaları” üretmesi gerekir. Bu, kişiden kişiye değişir. Ben örneğin futbolu severdim, Galatasaray maçlarını izlerdim; olmadığında kitap okurdum. Yani kendime farklı uğraşlar oluşturmaya çalıştım.
Sosyal çevresi olanlar içinse, sınav döneminde arkadaş ortamından biraz uzak durmak faydalı olabilir. Benim de arkadaşlarımı çağırdığım ama buluşamadığımız zamanlar oldu. Bu, sınav sürecini olumsuz etkilemedi. Zaten bu sınav sadece çok çalışarak kazanılan bir sınav değil; dengeyi bulmak önemli.
Sosyal çevresi olmayan arkadaşlara tavsiyem, kendilerine alternatif uğraşlar bulmalarıdır. Ders bittiğinde “boş boş oturmak” yerine yapılabilecek bir şeyin hazır olması gerekir. Bu çok zor değil. İlgi alanlarını keşfedebilirler: YouTube’da faydalı içerikler takip edebilir, roman veya şiir okuyabilir, bir dil öğrenmeye başlayabilirler. Bunlar hem zevkli hem de kişiyi besleyen uğraşlardır.
Ayrıca, okulda arkadaş çevresi zaten oluşur. Bunun yanı sıra hocalarla iletişim de çok değerlidir. Çünkü hocalarımız hayat tecrübesi olan insanlardır; onların deneyimlerinden faydalanmak büyük bir imkândır. Yani özetle, sınav döneminde bir “kaçış rampasına” sahip olmak şarttır. Bu da kişiden kişiye farklılaşabilir; önemli olan kişinin kendini rahatlatacak bir alan bulmasıdır.
Tercih döneminden sonra sıralamalar açıklandı ve bazı arkadaşlarımız hedefledikleri bölümlere yerleşemediler. Bu sebeple mezuna kalmayı tercih edenler de oldu. Mezuna kalan öğrenciler için nasıl bir çalışma modeli önerirsiniz? Ayrıca, bu süreçte motivasyonlarını yüksek tutabilmeleri adına neler tavsiye edersiniz?
Şunu net bir şekilde söyleyebilirim: İnsan hayatında bir yıl, sanıldığı kadar uzun bir süre değildir. Yani o bir yıl “kaybedilmiş” bir zaman olarak görülmemeli. Çünkü eğer bir insanın gerçekten nitelikli hedefleri varsa — kendini o hedefe adayabileceği, hayalini kurduğu noktaya ulaşmak için emek verebileceği bir gayesi varsa — o zaman bir yıl hiçbir şeydir.
Ben de hazırlık okudum, evet. Kolay değildi, inkâr edemem. Ama o süreç bana çok şey kattı. Mezuna kalan arkadaşlar için de benzer bir durum söz konusu olacak. Bir sınava yeniden hazırlanmak, aynı konulara bir kez daha dönmek, hatta bazen kendinden bir yaş küçük insanlarla aynı sırada oturmak kolay değil. Sonuçta “akran” dediğimiz bir kavram var, insan farkında olmadan bundan etkileniyor.
Ben mesela bir dönem farklı bir okula nakil almıştım; neredeyse üç yıl boyunca benden küçük bir jenerasyonla birlikte okudum. Çok iyi arkadaşlar edindim ama ister istemez bu beni etkiledi. Çünkü insan kendi kuşağıyla büyür, onlarla birlikte yürümeye alışır.
Ama şunu da söyleyeyim: Eğer gerçekten bir hedefe kilitlenmişseniz, işinize odaklanmışsanız, o zaman bu farkın hiçbir önemi kalmaz. Bir yıl insan ömründe kayıp değildir, olmamalı da.
Mezuna kalma kararı alıp almamaya karar verilen dönemde birçok kişi “Ben çalışamam, yapamam” diye düşünüyor. Fakat eğer siz gerçekten “Ben bu işi yapacağım, hedefime ulaşacağım” diyorsanız, önce o niyeti samimiyetle almak zorundasınız. Samimi bir şekilde niyet ettiğinizde, Allah’ın izniyle o yıl sizin için bir kayıp değil, dönüm noktası olur. İnşallah bu süreç de sizin için öyle olur.
Çalışma önerisi olarak şunu özellikle vurgulamak isterim: Bizim dönemde de, arkadaşlarımda da gördüğüm en büyük hata şu — “Bu konuyu zaten biliyorum” deyip üstünkörü geçmek. Bu, yapılabilecek en büyük yanlışlardan biri. Çünkü bir konuya “zaten biliyorum” diye yaklaşınca, farkında olmadan birçok detayı gözden kaçırıyorsun. Oysa her konuya ilk defa duyuyormuş gibi, sıfırdan öğreniyormuş gibi yaklaşırsan, bilmediğin noktaları çok daha net fark edersin.
Benim kendi sınavımda da bu durumu yaşadım. Sözelde toplam dört yanlışım vardı — biri Din Kültürü’nden, üçü de Coğrafya’dan. Ve açık söyleyeyim, o coğrafya sorularını gereksiz “kolay” görüp geçmiştim. Halbuki tarih, edebiyat, felsefe grubunu ful yapmıştım. Felsefe grubu genelde öğrencilerin baş belasıdır ama ben orada hiç yanlış yapmadım. Bu yüzden kimse “bu kolay zaten” deyip konuları hafife almasın.
Mezuna kalan öğrenciler aslında büyük bir avantaja sahipler. Çünkü konuları zaten bir kez görmüş durumdalar — yani sıfırdan başlamıyorlar. Eğer bu avantajı doğru kullanırlarsa, Allah’ın izniyle istedikleri bölüme çok daha rahat yerleşebilirler. Mesele, bu farkı fark etmek ve gerçekten bilinçli bir şekilde çalışmakta.
Az önceki motivasyon konusunun sonunda kitap okumaktan, romanlardan söz ettiniz. Aslında oradan yola çıkarak şu soruya geçebiliriz: Özellikle sınav dönemlerinde öğrenciler, normalde çok da ilgilenmedikleri şeyleri bir anda daha cazip bulabiliyorlar. Kitap okumak, belgesel izlemek ya da “faydalı” görünen farklı uğraşlarla meşgul olmak, bu dönemde daha çekici hale geliyor.
Bu noktada öğrencilerin bir denge kurması gerekiyor. Çünkü bazen bu tür aktiviteler, farkında olmadan çalışmadan kaçmanın zarif bir bahanesi haline gelebiliyor. Sizce sınav sürecinde bu denge nasıl sağlanmalı? Kitap okuma alışkanlığının akademik başarıya katkısı sizce ne düzeydedir? Ve kendi hazırlık döneminizde siz ne kadar kitap okudunuz?
Açıkçası benim günüm genelde akşam yedi gibi biterdi. Sabah erken başlardım, çok geç kalmazdım derslere, o yüzden gün içinde yapmam gerekenleri yetiştirirdim. Dışarı çıkmasam bile bilgisayarda vakit geçirirdim; belgesel, dizi, bazen oyun... Yani zihnimi tamamen dersle doldurmazdım, arada nefes alan bir alan bırakırdım kendime.
Kitap okuma kısmı ise genelde günün sonunda olurdu. İşim bittikten sonra ister istemez sıkılıyordum ve o noktada kitap okumak benim için bir rahatlama şekline dönüşmüştü. Tarihe özel bir ilgim var — mesela şu anda “Erken Modern Dönemde Avrupa Tarihi” adlı bir kitabı okuyorum, İş Bankası Yayınları’ndan çıkmış. Akademik bir çalışma ama inanılmaz keyifli. Çünkü gerçekten ilgi duyduğum bir alan olduğu için okumak bana yük gibi gelmiyor.
Ama herkes kendi ilgi alanına göre okuyabilir. Kimisi romanlardan keyif alır, kimisi biyografilerden… Önemli olan, okuduğun şeyin seni zihinsel olarak beslemesi. Ben bazen sırf genel kültürüm artsın diye roman okumaya başlardım. Hatta çoğu zaman arkadaşlarımdan öneri alırdım: “Kanka, bana bir şey öner; hem sürükleyici olsun hem alt metni olsun, bana bir şey katsın” derdim. Çünkü benim için okumak sadece vakit geçirmek değil, aynı zamanda dünyaya başka bir yerden bakmayı öğrenmekti.
Sorunuza gelecek olursak, bu tür şeylere zaman ayırma meselesi aslında tamamen spontan gelişen bir durum. Gün içerisinde mutlaka bir noktada sıkılırsınız; bu çok doğal bir şey. Sonuçta kimse tüm günü tamamen ders çalışarak geçiremez — kimse bir “Twitter CEO’su” değil sonuçta. Dolayısıyla zihinsel olarak yorulduğunuzda dikkatinizi dağıtacak bir şeylere yönelmeniz normaldir.
Ama burada önemli olan, neyle meşgul olduğunuz. Çünkü bazen bu molalar, farkında olmadan saatlerinizi alabiliyor. Mesela bazı arkadaşlarım vardı, “bir bakayım” diye girdikleri bir sosyal medya videosundan sonra 40-45 dakika geçmiş oluyordu. Halbuki o süreyi bir kitap okuyarak geçirmiş olsalar, hem zihinsel bir yenilenme yaşamış olacaklardı hem de genel kültürlerine katkı sağlayacaklardı.
Bu noktada şunu özellikle vurgulamak isterim: ÖSYM sınavı bana göre bir “dikkat sınavıdır.” Elbette bilgi çok önemli ama asıl belirleyici olan, odaklanma gücüdür. Dikkatiniz ne kadar yüksekse, soruyu o kadar doğru anlarsınız. Bazen konuyu tam olarak bilmeseniz bile, sorunun ifade biçiminden neyin sorulmak istendiğini çıkarabilirsiniz. Tabii ki “bilmeden çözün” demiyorum; ancak ÖSYM’nin ölçmek istediği şey yalnızca bilgi değil, aynı zamanda o bilgiyi doğru yorumlama yeteneğidir. Ve bu da doğrudan dikkatle ilgilidir.
Kitap okumanın asıl faydası da tam olarak burada başlıyor. Bazı arkadaşlardan sık sık şunu duyuyorum: “Okumaya başlıyorum ama bir süre sonra dikkatim dağılıyor, paragrafı okuyorum ama aklım bambaşka yerde oluyor. Sanki havaya okuyor gibiyim.” İşte bu, okumayı “mekanik” bir eylem olarak yapmakla ilgili bir durum. Oysa okuma dediğimiz şey, beyninizi aktif biçimde çalıştırmayı gerektirir.
Bu paragraf çözmek için de geçerlidir. Okumak için okumak değil; anlamak için, bağ kurmak için okumak gerekir. Mesela elinize bir kitap aldınız diyelim, konusu da “Avrupa’da yoksulluk ve suç.” Sayfayı açmadan önce kendi zihninizde bunu canlandırmalısınız: “Avrupa’da yoksulluk deyince ne geliyor aklıma? Belki 19. yüzyıl, belki sanayi devrimi, belki sınıf farklılıkları...” Böyle bir zihinsel çerçeve kurduğunuzda, kitapta okuduğunuz bilgiler o çerçeveye tek tek oturur. Artık sadece okumuyorsunuzdur; anlamlandırıyorsunuzdur.
Benim “ilginizi çeken okumalar yapın” derken kastettiğim de buydu. Çünkü ilgi duyduğunuz konularda bu zihinsel şablonu kurmak çok daha kolay olur. Böyle okumalar, beyninizi sürekli aktif tutar; dikkatinizi, bağlantı kurma yeteneğinizi güçlendirir. Başlangıçta birkaç sayfadan sonra dikkatiniz dağılabilir, ama bu da bir kas gibidir: çalıştıkça gelişir. Bir süre sonra 10 sayfa, 20 sayfa, 50 sayfa derken okuma süreniz uzar, anlama hızınız da artar.
Dediğim gibi, dersinizi akşam sekiz gibi bitirseniz bile gecenin geri kalanını verimli değerlendirmek mümkün. Diyelim ki biraz uzadı, on gibi tamamen bırakın. Ardından namazınızı kılın, yemeğinizi yiyin ve en geç 10.30–11 civarında uyuyun. Bunun gerçekten büyük bir faydası var, çünkü iyi bir uyku düzeni sınavda doğrudan dikkatinizi etkiliyor.
Öğrencilerin yaşadığı en büyük sorunlardan biri, paragraf sorularında dikkatin dağılması. Bir paragrafı okurken odak kayıyor, anlam bütünlüğü bozuluyor, sonra dönüp tekrar okumak zorunda kalıyorsunuz ve bu sefer süre kaybı başlıyor. Türkçe testinde en çok net getiren bölüm aslında paragraf kısmıdır — hatta sayısal öğrenciler için bile. Kendi sınavımda en fazla yanlışım Türkçe’deydi ama buna rağmen en yüksek neti yine oradan elde ettim. Çünkü süre avantajı sağlamak tamamen odakla ilgilidir.
Ben genellikle Türkçe testini 40 dakika civarında bitirirdim. Bazen 45 olurdu ama 55 dakikayı hiç geçmezdi. Bu da bana matematik için ciddi bir zaman avantajı sağladı. Çünkü biliyorsunuz, matematik sınavı süre açısından en çok zorlayan kısımdır. Bu yüzden Türkçe’yi hızlı ama dikkatli çözmek gerekiyor.
İşte burada kitap okuma alışkanlığı devreye giriyor. Düzenli kitap okumak, beyninizi paragraf çözmeye hazırlar. Okurken zihninizi aktif tutmayı öğreniyorsunuz. ÖSYM’nin soruları da zaten bu zihinsel farkındalığı ölçüyor. Mesela geçen yıllarda çok konuşulan bir “Paris’te Eyfel” sorusu vardı. Şıklarda beş doğru ifade vardı ama soru “en kapsamlı olanı” istiyordu. İşte orada mesele bilgiyi bilmek değil, mantıksal bütünlüğü görmekti.
Ben bu süreci her zaman bir küme mantığıyla düşünürüm: En küçük daire en dar anlamı, en büyük daire en kapsamlı anlamı temsil eder. Soru da sizden o en büyük çemberi, yani en kapsayıcı seçeneği bulmanızı ister. Bunu yapabilmenin yolu, beyninizi sistematik düşünmeye alıştırmaktır. Bu da ya çok fazla paragraf çözmekle ya da kitap okuyarak olur. Ama açık konuşayım, kitap okumak bu konuda bir adım öndedir — çünkü düşünme biçiminizi kökten geliştirir.
Biraz da hafızlık sürecinizden bahsedebiliriz. Yanlış hatırlamıyorsam çok küçük yaşta, beşinci sınıfta başlamışsınız ve iki yıl içinde tamamlamışsınız; yani yedinci sınıfta bitmiş oluyor.
Şunu merak ediyoruz: okul başarınıza hafızlığınızın nasıl bir katkısı oldu? Mesela ders çalışırken ya da sınavlarda, “işte burada hafızlık farkını hissettim” dediğiniz somut bir örnek var mı?
Ek olarak özellikle şu an bizi dinleyen öğrenciler için sormak isterim: TYT, AYT ya da YKS sürecinde olan gençlere —hafızlık yapmış veya yapmak isteyenlere— ne tavsiye edersiniz? Hafızlık, akademik başarıyı nasıl etkiliyor sizce?
YKS sürecine dair özel bir tavsiye vermeden önce hafız öğrencilere tavsiyem şudur: mutlaka hafızlığınızı sağlam tutun. Önce hafızlığınızı koruyun.
Benim kendi yöntemim şu oldu: Yoğunluktan dolayı uzun saatler ayıramadığım için namazlardan önce ya da sonra, günde 2-3 sayfa tekrar yapmaya başladım. Bunu düzenli yapınca zaten günlük 10-15 sayfa tekrar etmiş oluyorsunuz ki bu, üniversite sınav sürecinde hafızlığı unutmamak için fazlasıyla yeterli.
Yapamazsanız bile az da olsa devam edin. Peygamber Efendimiz’in “Az da olsa devamlı olan daha hayırlıdır” hadisini hatırlayın. İşte mesele budur: 5 sayfa bile olsa hafızlığınızı korumaya devam edin. Hafız öğrencilere ilk olarak bunu tavsiye ederim.
Hafızlığın faydalarına gelince… Ben kendi adıma inanılmaz bir görsel hafızaya sahip oldum. Allah vergisi, elhamdülillah. Bir insan simasını ya da herhangi bir görüntüyü kolay kolay unutmuyorum. Bu da büyük bir avantaj sağlıyor.
“Hafıza teknikleri” denilen yöntemler vardır. Ben şahsen onlardan hoşlanmazdım; bazılarına faydalıdır ama bana uygun değildi. Çünkü ben bir şeyi detaylı öğrenmeyi seviyordum. Bir konunun detayına indikçe, zaten zihin onu kendiliğinden bir yere yerleştiriyor. İşte hafızlığın kattığı da bu: ayrıntıyı öğrenmeyi, hatırlamayı kolaylaştırıyor.
Sherlock Holmes dizisini izleyenler bilir; orada detayların nasıl bütün bir resme dönüştüğünü görürsünüz. Holmes’un meşhur “hafıza sarayı” yöntemi dizide tarif edilir. Orada bir saray inşa edip çekmecelere, dolaplara bilgi yerleştirmekten bahsedilir. Benim kastettiğim tam olarak o değil ama benzer bir mantık var: Bağlantı kurmak.
Bir şablon oluşturduğunuzda bilgiler hafızada çok daha kalıcı oluyor. Örneğin fizik üzerinden gidelim: Fizikte bazı konular arasında geçişler vardır, formüller birbirine bağlanır. Siz bir formülü bilirsiniz diğerini de bilirsiniz; ama soru öyle gelir ki ikisini birlikte kullanmanızı ister. İşte bu noktada temeli oturtup, bilgiler arasında bağlantı kurmak çok önemlidir. Böylece bilgi sizden kopmaz.
Hafızlık yapan arkadaşların burada büyük bir avantajı oluyor. Çünkü onlar bilgiyi detaylarıyla bilir, üzerine şablon kurar. Daha sonra bu şablonlar arasında bağ kurduklarında bilgi kalıcı hale gelir. Hafızlığın asıl esprisi budur: ayetleri ayet ayet ezberlemek, parçaları birleştirerek bir bütüne ulaşmak. Sayfayı baştan sona okuduğunuzda zihinde bütünlüklü bir yapı ortaya çıkar.
Ben şunu da gözlemledim: Hafızası zayıf olan kişiler bile hafızlık yaptığında, ezberlediklerini kolay kolay unutmaz. Ayrıca hafızlarda da zaman zaman ayetler arası bağlantılar kopabilir. Yani kişi bir ayeti okur ama ardından geleni hatırlayamayabilir. Çünkü kendi içinde ayeti biliyordur ama sonrakiyle bağdaştırmada sorun yaşar. İşte mesele tam da bu bağdaştırma sürecidir.
Ders çalışma programınızdan bahseder misiniz?
Her gün her derse mutlaka dokunulmalı. Türkçe, matematik, fizik, kimya, biyoloji… Bunlar gözünüzde büyümesin. Bazı öğrenciler oturup tek dersten 40-45 test çözer; bu bir stil meselesidir. Ben öyle çalışmazdım. Benim tercihim, gerekirse sadece 2 test bile olsa, her dersten her gün mutlaka görmek oldu. Çünkü unutma ihtimali çok yüksek. Hatta bazen kendinizi rüyanızda soru çözerken bulabilirsiniz. Yanlış yaptığınız bir konuyu sabah kalkınca tekrar etmek isteyecek kadar zihninizde yer edebilir. İşte bunun için günlük tekrar çok önemlidir.
Çalışma sürecinde, konuların %70-80’ini bitirene kadar soru bankalarıyla ilerledim. Konu büyük ölçüde tamamlandıktan sonra branş denemelerine geçtim. Örneğin matematikte konuları bitirdiğimde matematik branş denemelerine, fende bitirdiğimde fen branş denemelerine başladım. Ardından genel denemelerle ilerlemeyi sürdürdüm.
Programım şöyleydi: Akşamdan ertesi gün için bir plan yapardım. Elime 10-15 kitap alırdım. Hangi konudan eksiksem, o gün soru bankasından o testi çözerim. Ya da denemelerde takıldığım soruların video çözümlerini izlerdim. Günümüz teknolojisiyle bu çok büyük bir kolaylık. Açıkçası sırf bu yüzden yurttan bile ayrıldım; çünkü her gün 10-15 kitabı taşıyıp durmak bir süre sonra ciddi bir yük haline gelmişti. (Sözde sporcuydum ama o dönemde ara verince iyice zor oldu diyebilirim.)
Çalışma yöntemim tamamen ihtiyaç odaklıydı. Mesela o gün matematik branş denemesi çözdüysem, bu zaten bir saatten aşağı sürmezdi. Yanına birkaç test daha eklerdim. Ama asla saate bakmazdım, soru sayısını da önemsemezdim. Benim için önemli olan tek şey şuydu: Her gün her derse dokunmak ve eksik olduğum noktaları tamamlamak. Bu anlayışla çalıştım; bitene kadar devam ettim.
Uyku düzeninizden bahseder misiniz?
Derslerim genellikle akşam saat 8 gibi biterdi. Bazen daha erken de bitirdiğim olurdu; bu tamamen o günkü çalışma temposuna bağlıydı. Çalışmayı bitirdikten sonra biraz vakit ayırırdım; maç izlerdim, kitap okurdum, bazen arkadaşlarla sohbet ederdik. Sosyal medyada kısa süreli vakit geçirdikten sonra saat 10.00 – 11.30 arasında mutlaka uyurdum.
Sabah ise namazdan sonra bir saat kadar uyur, ardından tekrar kalkardım. Genel olarak uyku düzenim bu şekilde ilerlerdi: akşam erken yatmak, sabah da dinç bir şekilde güne başlamak.
Annenizin 28 Şubat sürecinde yaşadıkları sizde nasıl bir etki bıraktı? Bu durum sizde bir hırs ya da farklı bir motivasyon havası oluşturdu mu?
Şunu açıkça söyleyeyim: Bunu aslında özel olarak hiçbir yerde dile getirmedim, sadece yakın çevremle paylaşmıştım. 28 Şubat meselesi bizim için çok spontan gelişen bir konuydu. Başta düşündüğünüz kadar da odaklandığımız bir mesele olmadı.
Neden? Şöyle anlatayım: Eğer sınav giriş belgesini elime aldığımda, “Aa annemin zamanında alınmadığı fakülteye ben şimdi sınav için giriyorum, görün bakalım!” deseydim, muhtemelen birinci olamazdım. Çünkü işin özü şu: Ben tamamen kendi işime odaklanmıştım. Bu konu benim için ekstra bir motivasyon kaynağı olmadı.
Annem sadece bana “Hadi inşallah” dedi. Ben de “İnşallah” deyip yoluma devam ettim. Zaten sınavdan hemen sonraki gün annem ve babam bana, “Biz yarın hacca gidiyoruz” diye haber verdiler. Düşünün, o kadar hazırlık yapılmış, valizler hazırlanmış, Diyanet logolu eşyalar ortada… Ben hâlâ, “İstanbul’a giderken benim için mi aldınız bunları?” diye soruyordum. Yani olayın farkına bile varmamıştım. Çünkü odak noktam tamamen derslerimdi.
Buradan vermek istediğim mesaj şu: İşinize odaklanın. Sağınıza solunuza bakmayın. “Falanca şu kadar çalışmış, filanca şu kadar net yapmış” gibi kıyaslamalara hiç girmeyin. Siz kendi yolunuza, kendi emeğinize odaklanın.
Ben hep şunu gördüm: Bazı öğrenciler “ful yapmak” ya da başkalarıyla kıyaslanmak üzerinden kendilerini hırpalıyor. Gece 11.30’da hâlâ kütüphaneden çıkmayan öğrencileri gördüğümde vallahi billahi içim acıyordu. Gerçekten o manzara beni üzüyordu. Çünkü insan bazen kendini tüketiyor. İşte bu yüzden tekrar vurgulamak isterim: Sadece işinize odaklanın, sağa sola değil.
28 Şubat sürecine gelecek olursam… Elbette çok sıkıntılı, arızalı bir süreçti. Ancak şunu da söylemek isterim: Eğer bugün Müslümanlar bu ülkede biraz daha rahat yaşıyorsa, bu belki de o dönemde verilen emekler ve çekilen sıkıntılar sayesindedir. Elhamdülillah, özetle böyle düşünüyorum.
Neden 29 Mayıs Üniversitesi?
Benim bu tercihimde çevremdeki arkadaşlarım ve camiadan ağabeylerimle yaptığım istişareler etkili oldu. Onlarla artıları ve eksileri konuştuk, ben de bilinçli bir şekilde değerlendirme yaptım. Burada şunu özellikle söylemek isterim: Üniversite tercih ederken sakın “pembe gözlük” takıp, sadece İstanbul’a gidiyor olmanın heyecanıyla hareket etmeyin. İyi araştırın. Çünkü gittiğinizde umduğunuzdan çok farklı bir manzarayla karşılaşabilirsiniz.
Ben de bu bilinçle hareket ettim. Gidip okulu gördüm, kalacağım yeri inceledim, avantajlarını ve dezavantajlarını tarttım. Şunu düşünüyorum: Bir üniversitenin öğrenciye doğrudan katkısı en fazla %20-30’dur. Onun dışında size asıl katkıyı çevre ve sunduğu imkânlar sağlar. Yurt dışı olanağı varsa bundan faydalanabilirsiniz, burs imkanlarını değerlendirebilirsiniz, en önemlisi de çevrenizi genişletebilirsiniz. Çünkü özellikle sosyal bilimler alanında çevre çok önemlidir.
29 Mayıs Üniversitesi’ni yazmamın sebebi de buydu. Konya’da gerçekten güzel bir atmosfer, bir ekosistem var. Orada kıymetli hocalarla tanıştım. Fakat İstanbul’un “İstanbul faktörü” dediğimiz ayrı bir yönü var. Özellikle sosyal bilimlerde bir çevreye ihtiyacınız oluyor. Bu çevre sizi hem akademik olarak beslemeli hem de ileride gideceğiniz yollar için yanınıza alabileceğiniz yol arkadaşları kazandırmalı.
Mesela benim geçen yıldan kalan Interrail biletim vardı, dereceye hazırlandığım için gidemedim. Şimdi arkadaşlarım Viyana’da geziyor ama benim biletim hâlâ aktif. Muhtemelen İstanbul’dan arkadaşlarla plan yapıp birlikte gideceğiz. İşte böyle sosyal ve kültürel imkanlar da önemli.
Tabii İstanbul’u tercih etmemin bir diğer sebebi de işin “ruh” tarafı. Eski ulemanın yaptığı gibi; Fas’tan, Buhara’dan, Tebriz’den kalkıp Şam’a, Bağdat’a gidip ilim öğrenmeleri gibi… Bugün de İstanbul bu anlamda bir kültür başkentidir. Sosyal bilimler açısından hâlâ çok cazip bir merkezdir.
Dolayısıyla benim aklımda hep iki seçenek vardı; 29 Mayıs bu noktada daha cazip geldi. Hem olumlu yönlendirmeler aldım, hem de kendi içimde buranın bana uygun olduğuna kanaat getirdim. İnşallah hayırlı olur diye düşünüyorum.
TYT’de Türkçe ve genel Matematik özelinde çokça sorular geliyor. Bu derslerde hızlı çözüm için nasıl bir yol izlenmeli?
Türkçe için en kritik nokta, dilbilgisini bir fırsat olarak görmek. Dilbilgisi sorularını hızlı bitirmek, paragraflarda daha iyi bir ivmeyle başlamanızı sağlar. Çünkü sınavın başında dikkat tam oturmamış oluyor, bu yüzden dil bilgisine fazla zaman harcarsanız paragraflarda da aynı kaybı yaşarsınız ve rüzgârı arkanıza alamazsınız. Yapamadığınız sorulara takılmayın, bir kez baktınız çözüm gelmiyorsa geçin. Son 10 dakikada döndüğünüzde, zihniniz daha açılmış olacağı için çözüm daha kolay gelecektir. Tabii bunun için bol pratik yapmak da şart.
Matematik tarafında ise en önemli şey, branş denemesi çözmek. Çünkü soru bankasında kolay da var zor da, ama sınav formatında olmadıkları için aynı mantaliteyle çözüm yapamıyorsunuz. Gerçek sınavda ise stres, zaman baskısı veya küçük işlem dağınıklıkları yüzünden çok soru kaçabiliyor. Bunu engellemenin yolu, belli bir konu düzeyine (%70–80) ulaştıktan sonra mutlaka branş denemelerine yüklenmek.
Benim en çok sıçradığım nokta da geometriydi; orada branş denemeleriyle kendimi ciddi anlamda geliştirdim.
Süre tutma konusunda panik yapmamak gerekiyor. Eğer süre baskısı stres yaratıyorsa, önce sadece pratik yapın; günlük bir deneme bile ciddi katkı sağlar. Sonra zaten süreyi otomatik olarak kısaltabildiğinizi göreceksiniz. Bu yöntemle ilk ayda netleriniz 20–25’lere çıkar, ardından her deneme size bir şeyler katar ve 35’in üstüne kadar rahatlıkla çıkabilirsiniz. Benim de 36 doğru, 1 boşum vardı; bir soruyu doğru çözmeme rağmen yanlış işaretlemiştim. Küçük bir dikkatsizlikti. İşte bazen nasip de böyle oluyor.
Dinleyicimizden şöylee bir soru gelmiş. Oğlum şu anda örgün eğitimle hafızlık projesinde altıncı sınıftan yedinci sınıfa geçiş döneminde. Bu yıl akademik derslere ara verip sadece hafızlık çalışacak. Ancak yedinci sınıfın akademik dersleri için endişeleniyorum. LGS sürecinde bu durum için ne tavsiye edersiniz?
Aslında bu konuya daha önce de kısmen değinmiştik, fakat LGS sürecindeki arkadaşlar için bu konuyu netleştirmekte fayda var.
Öncelikle şunu kesinlikle belirtmeliyim: LGS (Liselere Geçiş Sınavı), üniversite sınavı gibi ortaokulun tamamını kapsayan bir süreç değildir. Büyük ölçüde sekizinci sınıf konularını içerir.
Elbette, yedinci sınıfta belli başlı temellerin atıldığının farkındayım. Bunun sıkıntısını ben de bizzat yaşadım; benim durumum tamamen cehaletten kaynaklanıyordu ve yedinci sınıfın ortasında hafızlığı bitirdikten sonra akademik derslere hiç odaklanmamıştım. Size de şunu rahatlıkla söyleyebilirim: Yedinci sınıf için endişelenmeyin.
Allah'ın izniyle, bu çocuklar sekizinci sınıfta akademik konuları çok hızlı bir şekilde toparlayacaktır. Zira hafızlığın kazandırdığı özgüven ve aynı zamanda zihinsel açılım/kapasite (bunun da etkisi büyük), sekizinci sınıfı rahatlıkla kotarmalarını sağlayacaktır.
Bu süreçte tek dikkat edilmesi gereken ders belki Matematik olabilir. Bunun için de şunu yapabilirsiniz: Hafızlık sürecinde, mümkünse çocuğa günde 20 dakika kadar temel dört işlem pratikleri yaptırın.
Geri kalan dersler ise büyük oranda ezbere dayalıdır. Sosyal Bilgiler, İnkılap Tarihi ve Din Kültürü genellikle ezber gerektirir. İngilizce dersinde ise toplamda beş ünite olduğunu varsayarsak, her üniteden en kritik 50 kelime çıksa bile bu yalnızca 250 kelime eder. Bir hafız için 250 kelime, sadece bir veya iki sayfalık bir çalışmaya denktir.
Dolayısıyla, bu durumu dert etmenize gerek yok. İnşallah, hafızlığın bereketi ve zihinsel getirisi bu süreçte de size ulaşacaktır.
Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Bu program benim açımdan çok verimli geçti. İnşallah katılımcılar açısından da bereketli olmuştur. Katılan, dinleyen ve emek veren herkese teşekkür ediyorum. Tercih dönemini tamamlayan, üniversiteye yerleşen ya da henüz yerleşemeyen tüm öğrencilere gönülden başarılar diliyorum. Allah herkesin yolunu açık etsin.
Meryem Kadğa & Rümeysa ALAKAN
******************************************